Tuesday, November 17, 2009

millet 80günde20alem yapsın ben ölüdeniz dağlarına tırmandım diye mutlu olayım.

türkiye de böyle birşey daha önce yapıldı mı bilmiyorum. yapılmışsa da benim hatırlayabildiğim bir zaman diliminde yapılmadı, yani beni ilgilendirmiyor.
ama ben bu olayı tuttum. yapan adamı da tuttum.
şimdi ben bilindiği üzerinde kendimi gezmeye adamaya çalışmaya, adadım son 3 yılımı. yaşıtlarımdan bir çoğundan fazla yer gezdiğim doğru. afs bahanesiyle hem kanadaya hem meksikaya, aradaki her yeri göre geze gitmiş bir serseriyim ben ve bunu cebimde 5 kuruş olmadan yaptım. yaşasın tren zıplamak.

ama ne olursa olsun bu gün fethiye de annemin kıçının dibinde oturuyorum. hatta kendimi emeklikten sonra gezmeye kendine söz vermiş ama sonra götü yemediği için 20 kmlik hiking gezileri yapan yaşlı kadınlar gibi hissediyorum.
"hey esra! geçen gün ovacıktan ölüdeniz'e kadar yürüdüm." cümlesi size durumumu açıklayacaktır.

bu Hakan Gülgönül'ü görmek beni biraz kendime karşı sinirlendirmesine rağmen, ona en iyi dileklerimi sunmaktan geri kalmayacağım. hatta nisandan sonra gideceği yerlere para durumuma göre eşlik bile edebilirim.
maalesef paris hilton ve nicole richie bile amerikayı baştan başa gezmek istedikleri zaman finanse edilirken, bizim ülkemizde gerçekten ihtiyacı olan gezginlere kesinlikle destek yok. 'Müslüman' bir ülkede yaşamamıza rağmen 'Tanrı misafiri' kavramı bir çok yerde yok olmuş. Bu konuda Karadeniz yerlilerini ayrı tutabilirim.

Neyse size tavsiyem hazır etrafta bu kadar kafa ve hevesli bir yol arkadaşı varken onunla yola çıkmanız.
Üşenmeyip facebooktaki grubuna yorum yapan herkese cevap vermesi bile ne kadar iyi insan ilişkileri olduğunun bir kanıtı.
ayrıca bunun aracılığıyla küçük bir,el yapımı da olsa, belgesele konu olacağınız gerçeği de cabası.

yani eğer ilerisi için böyle bir planınız varsa yesin götünüz de ertelemeyin. bir çok hayalim vardı diyen o yaşlı amca olmayın.
ben de umarım o yaşlı teyze olmayacağım.

alın size bir de link;

bakın millet nelerden vazgeçebiliyor hayalleri için. hazları mutluluğa değişmek? o kadar da zor bir seçim değil bence.

Tuesday, October 13, 2009

dedemle babaannem modern olmayı fazla severlerdi her zaman

bunu yazmadan önce bir anlığına yazıp yazmamayı düşündüm. önce yazılacak bir konu gibi gelmedi, değmez bile belki ama sonra bu olayı ölümsüzleştirmek istedim bazı kişisel nedenlerden. eğer internetin yaşlı bir denizcinin çöp gibi beynine dönmüş bünyesine kaydedersem belki geri dönüp bakar kendime bir şeyler çıkarırım ileride.

ben küçükken odama anahtar isterdim. 4. sınıfa mı ne gidiyordum. bakın benim annem herkesin mum yakıp dileyeceği türden bir annedir. ben daha aradaki farkı anlayamayacak kadar küçükken bile kapımı çalmadan odama girmezdi benim annem. her dediğimi dinler, yargılamazdı beni bir an bile. şimdi bu yazıyı anneme ne kadar taptığımla ilgili bir yazıya çevirmek istemiyorum ve bunu yapmaya her zaman eğilimliyim.ama olay şu:

babaannem beni telefondan arıyor.
muhabbet:
-ALO (hani yaşlılarımız telefondan biraz sesli konuşur. bence bunun kulaklarının sağlığıyla alakası yok. sadece alışamamışlar küçük bir nesneden 300 km uzağa rahatça duyurabileceklerini kendilerini,keza onlar futbol sahasının diğer ucuna sevgilileriyle olan randevularını 5 dakika geçe almak için yürümek zorunda kalıyorlardı, neyse...)
-alo merhaba babaanneciğim nasılsın
dedem telsiz telefonu açarak lafa karışır,
-sen eşşoğlueşşşşşşeğin oğluymuşsun..
-.....ne oldu dede?
-neden aramıyorsun sen bizi?

şimdi bakın ben telefon konusunda en özürlü insanımdır. zaten eski bir telefonum. inanın dedeminkinden daha eski. ve 2 aydır yüklemediğim kontürlerle etrafta dolaşırım. dedemse onu aramıyorum diye kırılmaya devam eder. sanki daha önce arıyormuşum da kesmişim gibi aramayı.
onunla çok tartışmasını yapmışızdır
' telefonlar çıkalı ne kadar oldu, bu ne bağlılık'
olayının ama bir yere varamamakla birlikte adamcağızın kalbini kırmaktan başka bir yere varamamışızdır. bundan dolayı ben yola geldim. sustum. arıyor muyum? hayır. öyle bir alışkanlığım yok. ne yapalım.

her neyse sonrası daha feci bu konuşmanın
amcam dedemlere bir bilgisayar aldı ve msn e girmeyi öğretti hindistandaki babamla görüşebilsinler diye. 5 ay önce hindistan a giden babam a hediye olarak dedem nokia 3g olayından aldı. kendisine de aynısından aldı. kamerayla görüşeceklermiş. CİDDİYİM. ÇOK CİDDİYM. yani 3G telefon ve msn. takip ediyorlar yakından olayları.
dedem
-msn de gördük hastaymışsın kızım...?

iletime yazmıştım bir saniyeliğine falan.

-iyiyim dede üzülme sen
-endişelendik
-endişelenecek bir şey yok
-tamam, ara bizi olur mu?
-daha geçen gün aradım ya dede
-insan 2 günde bir sorar sağ mıyız!

bu konuşma uzadı gitti.
ama mesele şu
eskiden odama kilit istiyordum.
benim çocuğum olsa ne isteyecek acaba benden,keza ne olursa olsun her şeyi bileceğim ben bu net olayı böyle giderse.
hatta bilmek istemediklerimi bile.
işimiz var ya. feci bu olanlar.
kuşak farkı da 5 e mi 3 e mi ne inmiş...
fena ya. fena.
istemez. kalsın.

arayış içindeki dört kızdık o gece

Kanımızda bizi yoldan çıkaracak bir damla katkı maddesi olmadan
evin bahçesinde hepimiz hissettik bir diğerinin varoluşunu
ve başka bir varoluşun fısıldadığını bize davet sözlerini
her birimizi yola getirirken kullanılan kelimeler farklı olabilirdi
ama hissettiğimiz ortaktı
daha yakın olmalıydık gözlerimizin yakınlaşmaya korktuğu bu şeye
elimizde olmadan birbir yere düştü bizi gizleyen
rüzgarın okşayışını bedenlerimizden çalan kumaş parçaları
tıpkı her bir ağaç kabuğunun diğerine zıtlığı gibi
hepimizin bedenleri de farklı farklıydı
bazıları yeterince büyüyememiş dal kadar ince bacaklarını
dolgunluğu magazin kapaklarına 'fazla' olan kalçalarını
kusurlarını ve kusursuzluklarını
bir şekilde incinmiş bakışlarıyla ve elleriyle örtmeye çalışıyorlardı..
diğerleriyse vücutlarını kabullenmişti toplumun onayının gururuyla
daha rahattılar aynı ay hepimizin ayrı tenine vururken
ama ben daha şiirsel kısımlarındaydım işin şöyle ki
onları o gece tanrıça yapabilirdim yeni bir din yaratarak
ve olurdum ilk rahibeleri vazgeçerek bu gerçek olmayan isteklerden
karanlıkta parlayan sokak lambalarından daha yol göstericiydi onlar ve eminim
kutup yıldızını yalancı çıkarırlardı
Meryem de belki benim gibi hissetmişti ve cebraili yaratmıştı kendisine bu duygularla

hepimizin gözünde diğer üçü için anlatamayacağımız hisler vardı
ilk kez şükrettim kendime bu yazı sevdam için yoksa bilemezdim bu yoğun aydınlanmayı nasıl aşabilirdim..
çimlerin üzerine yattık ve gerçekliğin bizi sarmasına izin verdi
biz de şu anda en mahrem yerlerimizi okşayan çimlerden farklı değildik o gece
kalktığımızda ayağa artık incinmiş gözler ya da gurur yoktu
özgürlük rüzgarı göğüslerimize dokundu
arkadaşım yeşil gözleriyle bana bir şey anlatmaya çalışırken dudaklarının oluşturamadığı
sustu
anlatacak bir şey yoktu.

o gece ben kendime yeni bir din buldum
diğerleri de başka şeyler
asla ağzımıza almadık olanları
tartışmaya gerek yoktu
ama
üstüne resimler çizildi
kemanın telleri ağlamak yerine güldü
ve biri bunları yazdı
belki bir gün bizim bulduğumuzu başkası da bulur diye

Monday, September 28, 2009

3 günlük derviş tekkesi.

dağlar her zaman hoşuma giderdi. ama geçirdiğim şu 3 günden sonra artık aşık oldum dağlara, nehirlerden de fazla. mümkünse eğer.
dervish lodge a nasıl hop deyip gitmeye karar verdim bilemiyorum babamın iyi arkadaşlarından birinin tavsiyesi üzerine, ama 1 gece de kendimi yola çıkmış buldum. iyi ki de çıkmışım.
şimdi gideceğiniz yer karaağaç. inmeniz gereken nokta uzunduvar mevkii denilen bir yer. bu noktaya kadar yerel halkın meraklı bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz. özellikle benim gibi genç bir dişiyseniz. hatta 'emine abla' diye biri bana beni oraya çağıranların bayan arkadaşlarım mı yoksa erkek mi olduğumu soracak kadar ileri gitti. ona yürü git yoluna demek vardı ama kendi çapımda iyiliğimi düşündüğünü biliyordum. sustum. ve karışık bir grup olduğunu dile getirdim. emine abla bana ısrarla telefonunu verip,onu aramaya ikna etti tekkeye varınca. tamam dedim mecburen.
indikten sonra eşen dolmuşundan etrafa baktım. kıytırık bir kahve. yerli halkla konuşunca beklemem gereken yerin orası olduğunu öğrendim ama şöyle bir sıkıntı vardı. ben bekleyemem.
bu bir gerçek. herkes bilir beklemek yerine o yolu yürümeyi tercih ederdim. ben de bunu yaptım elimde bir keman kabına koyduğum testerem ve sırt çantamla. değişim programım afs/yes in verdiği su matarası boş elimin baş parmağımda sallanıyor. ulaşmam kişi Erdem Yavaşca. ama o telefonu duymuyor. ben de yürüyorum 19 kmlik yolu. benim için sorun değil. ama daha yolun ilk 45 dakikasını yürümüşken Erdem bana telefon ediyor ve beni almaya geliyorlar. ben hala yürürken yolda karşılaşıyoruz.

tekkeye çıkarken ki manzara mükemmel. cennetin manzarası da böyle olurdu diyorsun kendinize.
tekkeye girince zaten her şey daha da ayrı.
bir aile ortamı söz konusu. yani ya ailedensin ya da yabancı. ortası yok. harika. sonrası sana kalmış zaten.
evde neredeyse her çeşit enstrüman var. olmayan şey yok gibi. benim şansım oraya gittiğim de Hüseyin Cebeci yle tanışmam oldu. ney üfleyişini duyarsanız peşinden dolaşmak istersiniz bir mürit gibi arkasından. ruhumun vücudumdan çıktığını hissettim resmen.
bungalovlar şaşırtıcı derecede konforlu.
her gece bu aileyle birlikte müzik yapmanın tadına ne doyum olmuyor. herkesin sanatçı olduğu bir ortamda kendini hem ait, hem de eğer benim kadar yeniyseniz bu işlerde eline aldığı her şeyi çalabilen bu insanlar karşısında yetersiz hissediyorsun. ama yine benim gibiyseniz bu hissi hemen aşıp 'ne öğrenebilirim bu insanlardan'a bakıyorsun. ve o kadar çok şey var ki karşılıklı öğretilecek, ne kadar az zaman olduğu gerçekliği öldürüyor seni.
sonra tam ortamla bir olmuşken. taş duvarlarla ve müziğin sesiyle eriyip birleşmişken ayrılmak zorunda kalıyorsun bir kaç buruk vedayla aya, yıldızlara, denize, müziğe, tekkenin yavru kedisine ve daha da kötüsü insanlara.
ama sonra dönüp yollara bakıyorsun ve mutlu oluyorsun. çünkü o yolların seni götüreceği ne insanlar vardır yine. hiç birisi birbiri kadar iyi olamasa da. ve o yolların götüreceği ne tekkeler vardır. ve o yollardan biri, bir gün derviş tekkesine geri döner.
yavru kedi sita büyümüş olur belki.
sen de.
ve geri dönersin elinde defterinle.

Thursday, September 24, 2009

NELER YAPTI SAVAŞTA SAKAT KALMADAN ÖNCE?

ya bu amerika nın kendini aklama sistemini durduracak
bir pinokyo nun burnu gerekiyor artık
ki belli olsun yalanları
bir peri gelsin mavi saçlı olmasa da
en azından "ne bok yediğini biliyorum" demeye
adamlar işi biliyor
biz burada onyıllar önce olmuş
ermeni soykırımına
haklı da olsa
cevaplar vermeye çalışırken
avukatlarla
belgelerle
kokuşmuş kitaplarla uğraşırken
bu gün şu anda şu saniyede
sen bunu okurken yaşanan
sen gözlerini dikerken bu kelimelere
ölmüş babasının parçalanmmış cesedine bakan
çocukların
tutulmamış bir söz gibi vaatedilen gençliklerinin
harcandığı ırak ta ölen askerler için
bütün dünya neredeyse yas tutuyor
öyle ya da böyle

direkt olarak demiyorum tabii
onlar da bunu istemez o şekilde
ama bak bir etrafa
her amerikan dizisinin ilk sezonunda
yok mu bir bölüm ırak a adanmış
yok mu çok tatlı bir adam
sakat kalmış
bir kadın dul kalmış
bu gerçeklik değil.
GERÇEKLİK değil.
bu amerika nın tıpkı
inşaatlarda
para aklayan vergi kaçakçıları gibi
bıyığının altından gülerek
yaptığı bir numara
sen de yumağının peşinden koşan kedi gibi koşuyorsun bu tuzağa
bilincini bir geriye bırakıp
elinde kumanda
tatlı, bacakları sakat çocuğa ağlayıp
bir parça benzin için
100 kağıt fazla amerikan doları için
belki de artık çarpılmış aklının zevki için
onun öldürdüğü fıstık satıcısını
kasabanın manavını
yeni evlenmiş genç çocuğu
görmezden gelerek.
çünkü amerika istemiyor bunun da bir vietnam a dönüşmesini
hoş sen vietnamı AVCI denilen
vietnam lıların miller bile içtiği
sana "iç çek robert de niro izle, siktir et propagandayı"
diyen bir filmden izlediysen
sen zaten amerika yı aklamışsındır.

adamlar ayak üstü kendilerini haklı çıkaracaklar
yaptıkları için kıçımızın dibinde
çocuklarına kadınların haklarını korumak için girdiklerini
öğretiyorlar bile
ve inan onlara
hayal bile etmek istemeyeceğin kadar çok.
neyse
sen kumandayı bir kenara bırak
bırakmasan da dikkatli izle
ve düşün o bacakları çalışmayan ttlı çocuk
o hale gelip geri gönderilmeden önce neler yaptı
nedensizce.

SANSÜRLENMİŞ SİTELER ÜZERİNE


haberi aldığımda kızmadım
üzülmedim bile
artık hayalkırıklığının burucu duygusu da yoktu paslanmış bisiklet zincirlerimi gördüğüm zamanlarda
içime fısıldayan kendisini
ve bu beni daha da yıktı
" o kadar alışmışım ki bu sansürlerle var olmaya, artık tepki bile vermiyorum."
gerçeği kendi kulaklarıma usulca işkence etti.
zorladım kendimi bir şeyler hissetmeye ama bilincim umursamayı kesmişti
bilinçaltım her ne kadar çığlık atsa da.

bakın bence youtube zaten gereksiz bir zaman kaybıdır.
myspace ya da lstfm desen yaşayabilirsin onsuz
hatta yaşasn daha iyi bunlarsız
hepsi beynine boşyere tecavüz eden
hücrelerini uyutup tembelleştiren bir grup
fiziksel-serbest uyuşturucu

ama sen şunu anlamıyorsun
bu neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgili değil
bu neyin korkunç neyin bebekler gibi saf olduğuyla ilgili değil
bu benim türk-karşıtı videolar izlemem
ya da belgesellerin bağımlısı olmamla ilgili değil
kafamı geriye koyup
bu pornoyla ya da islamın doğuşyla ilgiki değil

bu benimle ilgili
benim yanlışı yapmak isteyip istememle ilgili
benim aradaki farkı görebileceğimle ilgili
benimle senin yanlış kavramının çok daha farklı olabileceğiyle ilgili

bu benim iznim olmadan myspace hesabıma erişimimin bir
yasayla
kağıt üzerindeki bir parça yakınmayla engellenmesinin
beni hapse tıkıp bundan sonra 'myspace köyüne'
ve ya
'lastfm kasabasına'
gidemeyeceğimin söylenmesiyle hiç farkının olmamasıyla ilgili.

bunu da sansürlerseniz belki görürseniz
yasaya karşı diye
belki de dudaklarıma sürersiniz
erimiş balmumunu konuşamayım diye
parmaklarımı da kesersiniz
artık yazamamam için
ama düşündüklerimle ne yaprasınız onu bilmiyorum
çünkü
henüz öyle bir teknoloji
büyü
dua
bulunmadı
bana kafamın içindekilerini
sansürletecek kadar güçlendirilemedi
5651 kod.


sırada bekleyen facebook'muş, fizy'miş, friendfeed'miş.
benim derdim onlar değil.
derdim ya bu yasa gerçekten sansürletecek kadar güçlenirse düşüncelerimi
ve kırmanın cezası da yerdeki
artık yorgunluktan akmayı kesmiş
kanım olursa?
ne olacak o zaman
gerçeği.

Friday, September 4, 2009

kuzenimle 'aydınlanmak'

bu gün kuzenimle çok güzel bir tartışmaya daldık. konu nasıl olduysa benim sisifos söyleni takıntımdan onunla benim hani şu bildiğimiz aydınlanma olayına geldi. şimdi kuzenim ve benim kafalarımız genelde aynı çalışır. aramızdaki yaş farkına rağmen arkadaş grubumuz bile benzer/aynıdır. ama bu günün tartışma konusu şuydu.
bakın ben bu dağa çıkma olayını çok tutan bir insanım; bazı gerçekler var. ben kendimi fazla sevmiyorum. ama başka insanları kendimden bile az seviyorum. yani dağ ıssız orman hamak. bunlar bana çok çekici gelen terimler. yılda birkaç ay kesinlikle böyle bir şeyi yapmak isterim zaten.
ayrıca bakınız:tüm bilgeler hep bir yalnızlıkta kalma dönemi geçirmiş. süper.
guerilla lar da dağa çıkıyor bu arada. konumuzla alakası olmasa da iyi bir örnekleme.
neyse. kuzenimle benim karakterlerimiz benzer diyordum. ama ben ondan daha sosyal bir insanımdır nasıl oluyorsa. o biraz daha kendi dünyasındadır. bense asosyal sosyalimdir. ya da zorla sosyalleştirilen asosyal.
bunun nedeni benim kendimi kendime kanıtlama arzumdan geçer. başkalarına değil, ama kendime çok oynarım ben.
kendime hep kanıtlamak isterim eğer istersem beni sevmeyecek insan olmadığını, her istediğimi her yerde söyleyebileceğimi. vs.
ayrıca kendime saygı duymam için fikir beyan etmek lazımdır. güçlü görüş noktalarım olduğu için eğer bunları savunmazsam, kendime saygı duymam. ezildiğimi hissederim.
yazık olmuş bir gencim ben işte.
kuzenime gelince.
o benim biraz daha bu üstteski sorunları aşmış versiyonumdur. şaka bir yana yaşı bayağa büyüktür benden. o benim yapmayı arzuladığım ama götümün yemediği izolasyonu yapmayı başarmış ve sanatıyla yaşayıp haz alan bir ruhdur. hataları çoktur tabi ama bu konularda da mükemmeldir yani.
bu gün bu tartışmanın içinde bir yerde ben her zamanki gibi insanlarla muhatap bile olmak istemediğimi söyledim.
kitap oku dedi.
okuya okuya geberdim artık kitapçı olurum ileride artık diye tersledim.
sen devam et en iyisi odur dedi.
iyi 5 kutu kitapla dağa çıkayım ben anca o zaman rahat ederim dedim. ve bir derece samimiydim. hatta okuya okuya belki 'aydınlanırım'. diye gayet şakacı bir şekilde ekledim.
iyiki eklemişim.
kuzenim ondan asla beklemeyeceğim bir şey söylerdi bana.
"sadece kendini mutlu etmekle aydınlanma olmaz. hiçbir yere varılmaz. unutma bunu"
affaladım kendi halinda takılmaktan en zevk alan kişiden bu sözleri duyunca.
ama sonra bir düşündüm. bu kadar benziyorduysak o da zamanında gitmek istemişti. yapamamıştı.
önce yaşı küçüktü.
sonra babası ölmüştü.
annesi onsuz yapamazdı. GERÇEKTEN yapamazdı.
ve kuzenim kendisi, hırsları yerine onları seçmişti.
hindistan a gitmekten bahsediyorum biz küçükken. asla gidememişti.
kalmıştı.kalmak zorunda kalmıştı.
o doğrusunu yaptığını düşünüyordu.
ben? benim en büüyük korkum kalmak.
ben gideceğim. gitmek zorundayım.

Monday, August 24, 2009

İSTİKLAL MEYDANINDAKİ SİMİT SARAYINA GİTMEYİN

elimde testerem otururken yerde
pantolunumda çıkacak lekelere annemim küfürlerini şimdiden duyuyordum içimden
'dayının' teki bağırdı bana anlamadağım birkaç cümleyi
ama anladığım kadarıyla
orada oturarak
dükkanın önünü kapatıyormuşum
şimdi ben zaten mermer duvarın hizasındaydım
hiçbir haltın
önünü
kapattığım
YOKTU.
diyebilirim.
ama demeyeceğim.
kapatmışım gibi davranıp sayacağım burada, çünkü
sanki ben orada oturunca yanımdan geçemeyecek simit arzusuyla yanan bir müşteri
2 cm kayamayacak karışık bir açma almak için
zaten biz çocuklar oturmasak dükkanın önünde
müşteri taşardı orası
servis yapacak gücü kalmazdı çalışanların
kirası ödenirdi binanın
karısıyla iyi bir akşam yemeğine çıkardı patron
eğer gençler oturmasa orada-
satışlar ikiye katlanırdı.

kusura bakma 'dayı'
taksime
cebimde 50 kağıtla çıkamıyorum
arkadaşımı beklerken
bir şeyler yeyip
yanında da
buz gibi bir efes içemem ne kadar istesem de
'dayı' buraya da bank koymamışlar
yoksa ben de istemem yerde
sıcaktan taşa karışmış pembe bir sakıza komşuluk yaparak
oturayim
oturmazsam yere
arkadaşım geç kalmış
1 saat ayakta beklemek zorundayım
dayı-bacak kaslarımın buna
itirazı var.
sana kıçımın sürttüğü yerin vergilerini kim ödüyor diyecektim
siktir et.
artık aklımı çalıştırmıyorum
kulaklarının savaşarak geri püskürteceği düşüncelerimi
kelimelere dönüştürmek için
elindeki tespihe sırıtıp sormadım
Allahının yarattığı taşa oturamaz mıyım? diye.
Allah a da acımıyor değilim bu kadar yanlış anlaşıldığı için
üzülmüyor değilim eğer bir şey okuduysan da bir bok
anlamamışsın diye.
her ne kadar okuduğun gerçek olsa da
OLMASA DA.

Saturday, August 22, 2009

son 3 günü daha boktan yaşamak mümkün müydü?

bu yazıyı elinde i touch ı olan 10 yaşındaki bir çocuğa laf atmak üzerine yazacaktım ama bir değişiklik yapıp başıma gelen bir boku yazmak istedim. bir de değil iki bok.

1. son 4 günüm jason nın köprüden düşüp kafasını kırmak üzere olduğu gerçeğiyle acı çekerek geçirdim. anlayacağınız jason benim için değeri olan biri. komada olduğu gerçeğinden hoşlanmamakla birlikte, okyanusun diğer ucundan bir şey yapamayacağım gerçekliğini kabullenmiş hayatımı yaşamaya çalışıyorum. ama herşey geceleri gelir. 3 gecedir uyanıkken bile gördüğüm kabusları görmekten uyku yüzü görmedim.

2. ailemin yanımdaki yuvamdan daha yuva olmuş bir yer benim için. RAW(rottenappleworkshops) Haüs polis tarafından boşaltıldı ve yıkımına başlandı. punk dünyasının amerika daki en uzun zamanlı işgal evlerinden birinin-10 yıldır benim gibi onlarca çocuğa yuva olmuş bir yapının- yaşayan sakinleri, ki içinde en iyi arkadaşlarımın,hatta ailemin, bulunduğu kişilerin, sokağa hiç bir uyarı yapılmadan atılması kalbimi kırdı açıkcası. kendi kendime bunun benim artık yola çıkmam için bir işaret olup olmadığını sorgulamaya başladım. uğruna çabaladığım herşeyin ortadan yok olmaya başlamasını izliyorum. bu kesinlikle sorun değil. herşey sonunda hiçliğe döner zaten. ama bu benim için yeni olgular bulmak demek oluyor. içimden bir ses, yunan punklarını villa amelia da ziyaretimin zamanı geldiğini fısıldıyor bana. burada raw haüs'a amerika'da bana yuva olduğu için teşekkür ediyorum.aklımı ilk FAS şovunun, jason la ilk konuştuğum yerin, ağaç evinde geçen gecelerin anıları içimde kaldı.

yollar beni bekler.

Wednesday, August 19, 2009

insanoğlunun hayatla derdi ne lan?

ben bu hayattan yakanan insanları anlamadım gitti. hayat;hayat,orada duruyor işte.kımıldamıyor.kimseye bir bok yaptığı da yok. bu insanın kendisi hayatı kendine göre yorumlayan. aslında var ya daha da fazla ileri giderek hayatın  varolmadığını bile söyleyebilirim belki.insanoğlu büyük bir kibirle yerdeki karıncadan farklı olduğunu söylüyor. bunu tutkuyla iddia ediyor, o kediden, kuştan, ısırgan otundan üstün. yerdeki boktan üstün. zaten var ya, bütün bu ağaç ot çiçek böcek. herşey insanlar için yaratılmış. egoya bak lan, benimkini sollar bilinçiszce. hatta bir tane tanrı varmış, o da insanların tanrısıymış. sadece insanların dualarına karşılık verirmiş. herşeyi insanlar için yaratmış. aslında ayrıca o kadar adaletliymiş ki bu tanrı kulları arasında ayrımcılık da yaparmış. ben burada ülke, ırk, din ayrımından  bahsetmiyorum. o olaylara gülüp geçeli çok oldu. ben burada bu tanrının bizim yediğimiz, hatta buzdolabına koyup toplu bir katliam yaptığımız tavukları bizden aşağı da tutmasından bahsediyorum. alın size kurandan bir hata aradığınız, tanrı adaletli falan değil eğer gerçekse bile. ben kimse et yemesin demiyorum. ben etçil bir insanım zaten. sadece yerinizi bilin. sonra ben fakirim, o zengin, ben hastayım, o sağlıklı diye ağlamayın. çünkü bu her şartta büyük balık küçük balığı yer. bu kadarı devamı YALAN. bahane. ne dersen de. siktir et ya. okuma bunu da zaten. kendimi bir bok sanıyorum ben de. senden daha iyi bir bok olduğumu düşünüyorum. bu işler böyle gidiyor işte. kendimle işim yok benim, hiç de hazetmiyorum aynı bedende takılmaktan.öyle.

Thursday, August 6, 2009

şimdi bu iki geceyi subhumans ve realicide dinleyerek geçirdik. hepimiz 6 ağustos gecesi direnistanbul için yapılan bandista konserini kaçırmaktan dolayı üzgündük.bundan şarkı listemize gogol bordello da kattık.ama bulunduğum yerden istanbul a gitmem için gereken 70 lirayı kıçımı satsam kazanamazdım. ya da belki kazanabilirdim de teşebbüs etmedim.asıl olay sırasında istanbul da olacağım için fazla dert etmedim. ben bandistayı severim. gerçekten. ilk duyduğum andan beri sadece punk olgusunu kendi dilimle birleştirdiğim için bile sempatim vardı gruba.kendimi gogol bordello dinliyormuş gibi hissediyorum her dinlediğimde. henüz canlı performanslarını görmedim ama eğer gogol bordello nun yarısı kadar iyilerse zaten peşlerinde köpek gibi dolaşırım. şayet gogol bordello konseri başıma gelen en güzel boktu. o geceyi hala kelimelerle ifade edemiyorum bu yüzden blog da yazamayacağım. neyse, bu direnistanbul olayını seviyorum ben. geçen gün bir vatandaşın yaptığı yorumu gördüm "bu memleket bıktı usandı böyle eylemlerden" diye. beyfendi, bize götümüz sıkıldı diye eylem yapmıyoruz. demek ki gerekiyor bir şeyler yapmamız. demek ki hiç bir şey değişmemiş. bu eylemlerinde dediğiniz gibi IMF deki görevlilerin hayatını 'cehenneme' çevirmek gibi bir amacı yok. yoksa hepimiz gayet iyi biliyoruz bir bok olmayacağını birkaç yüz gencin sokaklar akmasıyla. ama en azından millete farkındalığımız olduğunu göstermeye çalışıyoruz. bizi gören çocukların, gençliklerinde umursamamazlık yapmayacağını umuyoruz. onu da bırakın bu yüzler binler hatta milyonlar olabilir bir nokta da. ama bu bir süreç. uzun bir süreç. kendimi klişe hissettim lan. ama öyle. 40 yıl sigara eden adam kanser olursa o içtiği son sigaradan olmuyor elbette. bak birşeylerin değiştiğini ben görmem. göremem. benim oğlum kızım olsa onlar da göremez. benim torunum olsa o da göremez. biz onların çocukları için çalışıyoruz işte. bir yerden başlanmalı. bir de bir de bizim gibi gençlere bencil diyorsunuz. hayatınızı elinizden geldiğince maddiyatla doldurup, sahte bir doyum(doyumsuzluk)la yaşayan sizlersiniz. söylenecek çok şey yok. sadece en azından bu amaçlıksız denizinde utopik olsa da şimdilik bir amacım olduğu için mutluyum.
saygılar,
Almira

Saturday, August 1, 2009

Türkiye de var olmayan işgal evleri üzerine

Ulan, sen zaten Türkiye de MTV punkından başka bir halt olamazsın. sikerler adamı. bildiğin yaparlar. ama içim acıyor böyle milletten duyuyorum. arkadaşlardan falan. yok yunanistan daki, hollanda daki, italya daki, ingiltere deki işgal evlerini. zaten amerika desen. her şehirde işgal evi yoksa ortamda bir gariplik var demektir. sen neden türkiye de yapmıyorsun demişti birisi bana ben happy house dayken chicago da. ilk sebep, işte ilk cümle. ama ikincisi o kadar güvendiğim bir adam yok. üçüncüsü de şaka maka amerikan ve avrupai punklar bir evi işgal ettiklerinde komşulardan falan destek alabiliyorlar. bu çok önemli. her dakika polisi arayan bir mahalede ev işgal edilemez. nezarete girer çıkarsın paso. ama bizim halkımız devletçi bir halk. kabul edelim bunu. bizim halkımız en kapitalistinden çakma, çarpık daha kapitalist bir halk. bizim halkımızın insanları " bak gençler bedava yaşıyor, ayrıca sanat yapıyor" diye adımıza sevinmez. hele anlasın evin çoğunun anarşist olduğunu kıl olur. bir evden hiç durmadan atılmak için işgal etmeye niyetim yok. yine de yaparım 5 tane sağlam adamla da o adam da yok. varsa da kendi halinde kabullenmiş durumu, ulaşamayız birlik olamayız.
nedir bu işgal evi peki?
tamam işgal evi, boş ve uzun süredir kullanılmayan bir eve girip kira mira siklemeden yaşamaktır.burası doğru. ama sen bir evi sadece "param yok" gibi bir nedenle işgal ediyorsan, o ev dayanmaz. bu kadar açıkça söylüyorum. her gittiğim işgal evinde gördüğüm en önemli şey dayanışmaydı. bildiğin aile kavramı yani. şovlardan önce kalkıp birlikte evi temizliyorduk. ortada bir "almira sen şunu yap, dan sen de bunu, he tavi sen de bir tuvaletleri hallet" yoktu. kim neyi görüyorsa onu yapıyordu. ben mutfağı günde 4 kez temizlediğimi de biliyorum, hiç bir boka dokunmadığımı da. çünkü kimin yaptığı farketmez. ha sen ha o.
para içinde aynı şey geçerli ortaya koyarız, gider yemek-içki alınır. olmayana sorulmaz bile, çünkü olsa verileceğini bilir.
bu ilk kural yani. kimsenin bu komün yaşamdan çıkar sağlamadığına güvenmek.
ikinci kural da politik ya da/ve sanatsal bir birlik olması. ben her punk anarşist olsun demiyorum.değil de zaten. kimse de buna laf etmez, sonuç olarak herkese açık bir ev burası başımıza bela olunmadığı sürece, ama böyle gelip içen paso damarına vuran tiplerle işimiz olmaz. en azından benim durduğum noktadan benim işim olmaz. br işgal evi sanat evidir aynı zamanda. eğer bir şeyler üretmiyorsan-yürü git.

ben işin aslı bunları neden yazdığımı bilmiyorum. millete punk hayatının ne kadar güzel olduğunu empoze etmek gibi derdim yok. güzel değil çünkü, geleceği yok. adamı bitirir.
ama şu varki, belki benim gibi bir avuç tip vardır. daha önce bir tanesinde bulunmuş, özlemini çeken. gerçekten bir haltlar yapmak isteyen birileri vardır belki de. onlara selam çakmak istedim sanırım.

Bok Gibi Olmaz Mıydı Hikayeleri

"körüm, bebeğim aç, karım öldü, allah rızası için yemeğe ihtiyacımız var"
o sokaktan her gün en az 1000 çift göz geçiyordur sen yerde sessizce oturuken
hepsi günü omuzlarına kurtulmak istedikleri bir yük gibi giymiş.
bilmiyorum kurtula kurtula ömürleri de o yükler gibi bitince ne olacak ama böyle işte
insanlar,hayatlarını fırlatmayı sever

ama kimse
19 yaşında
kör ve dul bir baba gibi
kalplere
ve/ya da CEPLERE
ulaşmaya çalışmıyor
boş olan cepleri siktir et
bu monopoly kağıtlarına benzemiş parayı istiyor
dolu ceplerdeki

elime testeremi alıp çalasım geldi
ağzından çıkan trajediye eşlik etsin diye
zaten bu hayat hikayeleri
her geçen gün daha çok
böyle olsa bok gibi olmaz mıydı hikayelerine dönmüş

"eğer bir kızı her ikizmizde eroinde uçmuşken, duramayacak kadar bağımlı, hamile bıraksaydım,
mafya evimi basıp kızın ve benim gözlerimizi oysaydı, 2.5 yıllık rehabilitasyona girmek zorunda kalsaydım ve dışarı çıktığımda kız intihar ettiği için bebekle
başbaşa, aç,işsiz, kalmak zorunda kalsaydım, bok gibi olmaz mıydı?"
Evet
bu bok gibi olurdu
ve cidden gerçekten bok gibi olurdu.

insanlar oradan sen sanki hayaletmişsin gibi geçiyor
çünkü
onların da kendi bok gibi olmaz mıydı hikayeleri var
işe ihtiyacın var
ettiğimin işine ihtiyacın var
ama memleket
sağlıklı çocuğa iş vermiyor
sağlıklı olanı da köpek gibi çalıştırıp
sağlıksız yapıyor

şair olmak istiyorsun
pelin batu nun şiirleri ve ceza nın lirikleriyle rekabet ediyorsun
sanki bir bok yazıyorlarmış gibi
hepsi şu böcek şu böceği sikmiş hikayesi
o böcekte gerçek değil, sikmekten de anlamıyorlar zaten

ama milletden gerçekten para istiyorsan
kalk bir şeyler çalmayı öğren
gel sana testereyi öğreteyim
çok para var bu işte

yine de bu yoksulluk ve yok olmuşluk listesindeki 4656444442. kişi olsanda
seninle ağlıyor olmalıyım
yani sempatimi al
artık tuzu kalmamış göz yaşlarımı da
cebimde 1 lira var.
onu da al.

ben o 1000 gözün kafasını diğer tarafa çevirdiğini biliyorum
bazıları sallamıyor
çoğu sallasa da ne yapacağını bilmiyor
tıpkı tabelandaki allahın da artık bilemediği gibi
eğer hiç bildiyse
eğer hiç bilecek biri olduysa

ama en azından dikkatimi çektin
istediğin şeyleri almayabilir sana
ama en azından
birinin dinlemesine de
değer
orada elinde bebeğinle beklemek
bütün gün
güneşin altında

Wednesday, June 17, 2009

ya bu 1 yil dedigin nedir ne degildir?

1 yil dedigin sen adam gibi hesap yapinca bir halt degil hayatinda. Ama sanirim ne kadar yasadigindan cok nasil yasadigin onemli lafi beni burada vuruyor. eger bu bir yili Turkiye'deki 'normal' ama pek de 'normal' olmayan hayatimin bir uzantisi olarak gecirmis olsaydim, muhtemelen hala solcu olarak gecinen, belki hafiften alkolik, dark tranquillity bagimlisi bir genc olurdum. ee ne degisti? solunu da sagini da salladim, olay gorusler de degil ki, insanin dogasinda. hani anarsizme kayiyor muyum bazen? evet. dogrudur. ama insan dedigimiz bu canlinin hirs ve guc fantazisinin onu da kaldiramayacagini dusunuyorum. her ne kadar ugruna 'savasilacak', 'protestolara gidilecek' cok tatli bir fikir olsa da anarsizm, bir yere varmayacagi belli. ben de boyle insan olmaktan utanan ama genelde sallamayan bir insanim zaten.
sonra geldim macera dolu amerika'ya. gormemisler icin soyluyorum, bir boka benzedigi yok o kadar. yani gidebileceginiz herhangi bir yerden daha guzel ya da boktan degil. olay sizsiniz gibi bir sey, eger yerse.
ann arbor, michigan. cok guzel bir yer gelin gorun bir ara. ama hayatinizda bulabileceginiz en SAHTE ortam.
simdi ann arbor dan bahsedilirken Hippi Sehri olarak bahsediyorlar Michigan da. bu iki nedenden dolayi sacmalik.
1) bu hippi dedigimiz olayin kendisi sacmalik zaten. ac tanimini bak zargan da hippie olarak aratinca " inanclari ve yasama bicimleri toplumsal kurallara uymayan genc". eheheheh, yani neremden guleyim onu da bilmiyorum. hippi dedigimiz bu olay zengin piclerinin uyustrucuya para yedirip yedirip 'aman aciz' diye aglanmasindan baska bir sey degil. en sevdikleri cumle "just chill maaaannn" (sadece rahatla ogluumm) gibi gayet gereksiz ve pasif bir cumledir.
bu hippi dedigimiz kisiler, 'muzigi dunya barisi ve degisim icin arac olarak kullanmaktan' fazlasina gidemediler.baris da degisim de hala ortaliklarda yok.babandan para alip da 'kurallari s*keyim' demek kolay.
2) tamam hadi hippiler gercek, hadi ciddiye aliyoruz. hipilerin tek saygi duyulabilecek ozellikleri acik goruslu ve cevreci olmalaridir.(greenpeace in weedpeace(esrarbarisi) olmasinin nedeni)
acik gorus dedikleri sey ann arbor da islerine geldigi kadar acik. eger escinselsen arkadas olabilirsin ama kizinin en yakin arkadasi lezbiyense evinde gelip kalamaz. ulan sen kizina arkandan baska bir kizi becermeyegini bilecek kadar bile guvenmiyorsan zaten, sizin iliskiniz bastan boktan. cevreci olayina gelince...eh, yesil sehirim diye geciniyorsun. adamlarin hepsi neredeyse zengin zaten. her evde 2 araba var. 16. yas gununde ilk alinan hediye 'araba'. git evladina bisiklet al o zaman, o kadar cevreciysen. ogret ona BMW ya da Mercedes onun nasil bir insan oldugunu kanitlamiyor kimselere. oyuncak bebegini giydirir gibi giydirme kizini.
ayrica size bir dip not duseyim. bu cevreci halkin polisi seni kaykayin ustunde gordugunde fisliyor.yani sen git bir tane daha araba al, kaykayini kullanacagina. ikinci bir not, uyusturucu merkezi olunur gerekcesiyle ann arbor da kaykay parki acilmiyor. bu arada ann arbor da sokakta sigara icer gibi esrar icebilirsin,mantarları da löpür löpür götür, kimse takmaz. bu bahaneyi bir yerlerine ilistirmelerini tavsiye ediyorum. eger o kaykay parki acilsa cocuklarin eve gidip 'uccaklarina' kaykay kayar. yok yani ucmalariyla sorunum oldugundan degil. sadece bahane komik.
iste bu yapay hippi sehri degistirdi beni.
ne solcu diye gecinirim artik, ne de hair i izler ic cekerim 60 larda yasasam diye. ama ne oldu bak biliyor musun? punk denilen bir gerceklikle tanistim, yanlis anlama beni, oyle Cyndi Lauper turunden degil o. ya da my chemical romance seklinden.kimse dar taytlar giyip dans etmiyor, ya da aglanmiyor duvarlarda. bu baska bir sey. punk oldu(geberdi anlamindaki oldu) diyorlar ya. belki de dogru. ama o oluler ailem oldu benim. ve hayatimda ilk kez kendimi garip bir yolla da olsa ise yarar hissettim. ben punk miyim? yok artik. bana punk demek snoop dogg a gercek hip hopci demek gibi olur henuz. punk olmak istiyor muyum? bence punk 'ha lan ben punkim artik' diyerek olunmaz. kesinlikle de istenilecek sey degil zaten. kendimi asla punk olarak da tanimlamayacagim belki de. sadece tek bir sey biliyorum, kendini oyle tanimlayan bir grup cocuk aile olabilir sana. herkesten daha kabullenici de olabilir. ellerinden sanatin en ust boyutunun ciktigini gorebilirsin. koltuklarinda gunlerce yatabilirsin, sana yemek vermekten daha azini yapmazlar, "s*ktir git" demeyi birak. kime kime yapiyor bunu hala? mm..
ben oyle renk degistiren bukelamun gibi, ya da takim degistiren ozenti degistirir gibi degismedim. ama ne olmak isteyip, istemedigimi anladim. artik onun guveni var ben de. hepsini de bir grup toplum disi serseriye borcluyum, gurur da duyuyorum.
1 yil da kendini bulursun be kardesim. al sana klise. baskalarindan gorerek bulursun, kacarak bulursun. 1 yil bir git bakalim bir yere kimsenin seni bilmedigi, kendini tekrardan yaratabilecegin, kim olmak istedigini bulursun. iyi midir, kotu mudur bilinmez..ama olay bu. o 1 yil da budur.