Tuesday, November 17, 2009

millet 80günde20alem yapsın ben ölüdeniz dağlarına tırmandım diye mutlu olayım.

türkiye de böyle birşey daha önce yapıldı mı bilmiyorum. yapılmışsa da benim hatırlayabildiğim bir zaman diliminde yapılmadı, yani beni ilgilendirmiyor.
ama ben bu olayı tuttum. yapan adamı da tuttum.
şimdi ben bilindiği üzerinde kendimi gezmeye adamaya çalışmaya, adadım son 3 yılımı. yaşıtlarımdan bir çoğundan fazla yer gezdiğim doğru. afs bahanesiyle hem kanadaya hem meksikaya, aradaki her yeri göre geze gitmiş bir serseriyim ben ve bunu cebimde 5 kuruş olmadan yaptım. yaşasın tren zıplamak.

ama ne olursa olsun bu gün fethiye de annemin kıçının dibinde oturuyorum. hatta kendimi emeklikten sonra gezmeye kendine söz vermiş ama sonra götü yemediği için 20 kmlik hiking gezileri yapan yaşlı kadınlar gibi hissediyorum.
"hey esra! geçen gün ovacıktan ölüdeniz'e kadar yürüdüm." cümlesi size durumumu açıklayacaktır.

bu Hakan Gülgönül'ü görmek beni biraz kendime karşı sinirlendirmesine rağmen, ona en iyi dileklerimi sunmaktan geri kalmayacağım. hatta nisandan sonra gideceği yerlere para durumuma göre eşlik bile edebilirim.
maalesef paris hilton ve nicole richie bile amerikayı baştan başa gezmek istedikleri zaman finanse edilirken, bizim ülkemizde gerçekten ihtiyacı olan gezginlere kesinlikle destek yok. 'Müslüman' bir ülkede yaşamamıza rağmen 'Tanrı misafiri' kavramı bir çok yerde yok olmuş. Bu konuda Karadeniz yerlilerini ayrı tutabilirim.

Neyse size tavsiyem hazır etrafta bu kadar kafa ve hevesli bir yol arkadaşı varken onunla yola çıkmanız.
Üşenmeyip facebooktaki grubuna yorum yapan herkese cevap vermesi bile ne kadar iyi insan ilişkileri olduğunun bir kanıtı.
ayrıca bunun aracılığıyla küçük bir,el yapımı da olsa, belgesele konu olacağınız gerçeği de cabası.

yani eğer ilerisi için böyle bir planınız varsa yesin götünüz de ertelemeyin. bir çok hayalim vardı diyen o yaşlı amca olmayın.
ben de umarım o yaşlı teyze olmayacağım.

alın size bir de link;

bakın millet nelerden vazgeçebiliyor hayalleri için. hazları mutluluğa değişmek? o kadar da zor bir seçim değil bence.

Tuesday, October 13, 2009

dedemle babaannem modern olmayı fazla severlerdi her zaman

bunu yazmadan önce bir anlığına yazıp yazmamayı düşündüm. önce yazılacak bir konu gibi gelmedi, değmez bile belki ama sonra bu olayı ölümsüzleştirmek istedim bazı kişisel nedenlerden. eğer internetin yaşlı bir denizcinin çöp gibi beynine dönmüş bünyesine kaydedersem belki geri dönüp bakar kendime bir şeyler çıkarırım ileride.

ben küçükken odama anahtar isterdim. 4. sınıfa mı ne gidiyordum. bakın benim annem herkesin mum yakıp dileyeceği türden bir annedir. ben daha aradaki farkı anlayamayacak kadar küçükken bile kapımı çalmadan odama girmezdi benim annem. her dediğimi dinler, yargılamazdı beni bir an bile. şimdi bu yazıyı anneme ne kadar taptığımla ilgili bir yazıya çevirmek istemiyorum ve bunu yapmaya her zaman eğilimliyim.ama olay şu:

babaannem beni telefondan arıyor.
muhabbet:
-ALO (hani yaşlılarımız telefondan biraz sesli konuşur. bence bunun kulaklarının sağlığıyla alakası yok. sadece alışamamışlar küçük bir nesneden 300 km uzağa rahatça duyurabileceklerini kendilerini,keza onlar futbol sahasının diğer ucuna sevgilileriyle olan randevularını 5 dakika geçe almak için yürümek zorunda kalıyorlardı, neyse...)
-alo merhaba babaanneciğim nasılsın
dedem telsiz telefonu açarak lafa karışır,
-sen eşşoğlueşşşşşşeğin oğluymuşsun..
-.....ne oldu dede?
-neden aramıyorsun sen bizi?

şimdi bakın ben telefon konusunda en özürlü insanımdır. zaten eski bir telefonum. inanın dedeminkinden daha eski. ve 2 aydır yüklemediğim kontürlerle etrafta dolaşırım. dedemse onu aramıyorum diye kırılmaya devam eder. sanki daha önce arıyormuşum da kesmişim gibi aramayı.
onunla çok tartışmasını yapmışızdır
' telefonlar çıkalı ne kadar oldu, bu ne bağlılık'
olayının ama bir yere varamamakla birlikte adamcağızın kalbini kırmaktan başka bir yere varamamışızdır. bundan dolayı ben yola geldim. sustum. arıyor muyum? hayır. öyle bir alışkanlığım yok. ne yapalım.

her neyse sonrası daha feci bu konuşmanın
amcam dedemlere bir bilgisayar aldı ve msn e girmeyi öğretti hindistandaki babamla görüşebilsinler diye. 5 ay önce hindistan a giden babam a hediye olarak dedem nokia 3g olayından aldı. kendisine de aynısından aldı. kamerayla görüşeceklermiş. CİDDİYİM. ÇOK CİDDİYM. yani 3G telefon ve msn. takip ediyorlar yakından olayları.
dedem
-msn de gördük hastaymışsın kızım...?

iletime yazmıştım bir saniyeliğine falan.

-iyiyim dede üzülme sen
-endişelendik
-endişelenecek bir şey yok
-tamam, ara bizi olur mu?
-daha geçen gün aradım ya dede
-insan 2 günde bir sorar sağ mıyız!

bu konuşma uzadı gitti.
ama mesele şu
eskiden odama kilit istiyordum.
benim çocuğum olsa ne isteyecek acaba benden,keza ne olursa olsun her şeyi bileceğim ben bu net olayı böyle giderse.
hatta bilmek istemediklerimi bile.
işimiz var ya. feci bu olanlar.
kuşak farkı da 5 e mi 3 e mi ne inmiş...
fena ya. fena.
istemez. kalsın.

arayış içindeki dört kızdık o gece

Kanımızda bizi yoldan çıkaracak bir damla katkı maddesi olmadan
evin bahçesinde hepimiz hissettik bir diğerinin varoluşunu
ve başka bir varoluşun fısıldadığını bize davet sözlerini
her birimizi yola getirirken kullanılan kelimeler farklı olabilirdi
ama hissettiğimiz ortaktı
daha yakın olmalıydık gözlerimizin yakınlaşmaya korktuğu bu şeye
elimizde olmadan birbir yere düştü bizi gizleyen
rüzgarın okşayışını bedenlerimizden çalan kumaş parçaları
tıpkı her bir ağaç kabuğunun diğerine zıtlığı gibi
hepimizin bedenleri de farklı farklıydı
bazıları yeterince büyüyememiş dal kadar ince bacaklarını
dolgunluğu magazin kapaklarına 'fazla' olan kalçalarını
kusurlarını ve kusursuzluklarını
bir şekilde incinmiş bakışlarıyla ve elleriyle örtmeye çalışıyorlardı..
diğerleriyse vücutlarını kabullenmişti toplumun onayının gururuyla
daha rahattılar aynı ay hepimizin ayrı tenine vururken
ama ben daha şiirsel kısımlarındaydım işin şöyle ki
onları o gece tanrıça yapabilirdim yeni bir din yaratarak
ve olurdum ilk rahibeleri vazgeçerek bu gerçek olmayan isteklerden
karanlıkta parlayan sokak lambalarından daha yol göstericiydi onlar ve eminim
kutup yıldızını yalancı çıkarırlardı
Meryem de belki benim gibi hissetmişti ve cebraili yaratmıştı kendisine bu duygularla

hepimizin gözünde diğer üçü için anlatamayacağımız hisler vardı
ilk kez şükrettim kendime bu yazı sevdam için yoksa bilemezdim bu yoğun aydınlanmayı nasıl aşabilirdim..
çimlerin üzerine yattık ve gerçekliğin bizi sarmasına izin verdi
biz de şu anda en mahrem yerlerimizi okşayan çimlerden farklı değildik o gece
kalktığımızda ayağa artık incinmiş gözler ya da gurur yoktu
özgürlük rüzgarı göğüslerimize dokundu
arkadaşım yeşil gözleriyle bana bir şey anlatmaya çalışırken dudaklarının oluşturamadığı
sustu
anlatacak bir şey yoktu.

o gece ben kendime yeni bir din buldum
diğerleri de başka şeyler
asla ağzımıza almadık olanları
tartışmaya gerek yoktu
ama
üstüne resimler çizildi
kemanın telleri ağlamak yerine güldü
ve biri bunları yazdı
belki bir gün bizim bulduğumuzu başkası da bulur diye

Monday, September 28, 2009

3 günlük derviş tekkesi.

dağlar her zaman hoşuma giderdi. ama geçirdiğim şu 3 günden sonra artık aşık oldum dağlara, nehirlerden de fazla. mümkünse eğer.
dervish lodge a nasıl hop deyip gitmeye karar verdim bilemiyorum babamın iyi arkadaşlarından birinin tavsiyesi üzerine, ama 1 gece de kendimi yola çıkmış buldum. iyi ki de çıkmışım.
şimdi gideceğiniz yer karaağaç. inmeniz gereken nokta uzunduvar mevkii denilen bir yer. bu noktaya kadar yerel halkın meraklı bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz. özellikle benim gibi genç bir dişiyseniz. hatta 'emine abla' diye biri bana beni oraya çağıranların bayan arkadaşlarım mı yoksa erkek mi olduğumu soracak kadar ileri gitti. ona yürü git yoluna demek vardı ama kendi çapımda iyiliğimi düşündüğünü biliyordum. sustum. ve karışık bir grup olduğunu dile getirdim. emine abla bana ısrarla telefonunu verip,onu aramaya ikna etti tekkeye varınca. tamam dedim mecburen.
indikten sonra eşen dolmuşundan etrafa baktım. kıytırık bir kahve. yerli halkla konuşunca beklemem gereken yerin orası olduğunu öğrendim ama şöyle bir sıkıntı vardı. ben bekleyemem.
bu bir gerçek. herkes bilir beklemek yerine o yolu yürümeyi tercih ederdim. ben de bunu yaptım elimde bir keman kabına koyduğum testerem ve sırt çantamla. değişim programım afs/yes in verdiği su matarası boş elimin baş parmağımda sallanıyor. ulaşmam kişi Erdem Yavaşca. ama o telefonu duymuyor. ben de yürüyorum 19 kmlik yolu. benim için sorun değil. ama daha yolun ilk 45 dakikasını yürümüşken Erdem bana telefon ediyor ve beni almaya geliyorlar. ben hala yürürken yolda karşılaşıyoruz.

tekkeye çıkarken ki manzara mükemmel. cennetin manzarası da böyle olurdu diyorsun kendinize.
tekkeye girince zaten her şey daha da ayrı.
bir aile ortamı söz konusu. yani ya ailedensin ya da yabancı. ortası yok. harika. sonrası sana kalmış zaten.
evde neredeyse her çeşit enstrüman var. olmayan şey yok gibi. benim şansım oraya gittiğim de Hüseyin Cebeci yle tanışmam oldu. ney üfleyişini duyarsanız peşinden dolaşmak istersiniz bir mürit gibi arkasından. ruhumun vücudumdan çıktığını hissettim resmen.
bungalovlar şaşırtıcı derecede konforlu.
her gece bu aileyle birlikte müzik yapmanın tadına ne doyum olmuyor. herkesin sanatçı olduğu bir ortamda kendini hem ait, hem de eğer benim kadar yeniyseniz bu işlerde eline aldığı her şeyi çalabilen bu insanlar karşısında yetersiz hissediyorsun. ama yine benim gibiyseniz bu hissi hemen aşıp 'ne öğrenebilirim bu insanlardan'a bakıyorsun. ve o kadar çok şey var ki karşılıklı öğretilecek, ne kadar az zaman olduğu gerçekliği öldürüyor seni.
sonra tam ortamla bir olmuşken. taş duvarlarla ve müziğin sesiyle eriyip birleşmişken ayrılmak zorunda kalıyorsun bir kaç buruk vedayla aya, yıldızlara, denize, müziğe, tekkenin yavru kedisine ve daha da kötüsü insanlara.
ama sonra dönüp yollara bakıyorsun ve mutlu oluyorsun. çünkü o yolların seni götüreceği ne insanlar vardır yine. hiç birisi birbiri kadar iyi olamasa da. ve o yolların götüreceği ne tekkeler vardır. ve o yollardan biri, bir gün derviş tekkesine geri döner.
yavru kedi sita büyümüş olur belki.
sen de.
ve geri dönersin elinde defterinle.

Thursday, September 24, 2009

NELER YAPTI SAVAŞTA SAKAT KALMADAN ÖNCE?

ya bu amerika nın kendini aklama sistemini durduracak
bir pinokyo nun burnu gerekiyor artık
ki belli olsun yalanları
bir peri gelsin mavi saçlı olmasa da
en azından "ne bok yediğini biliyorum" demeye
adamlar işi biliyor
biz burada onyıllar önce olmuş
ermeni soykırımına
haklı da olsa
cevaplar vermeye çalışırken
avukatlarla
belgelerle
kokuşmuş kitaplarla uğraşırken
bu gün şu anda şu saniyede
sen bunu okurken yaşanan
sen gözlerini dikerken bu kelimelere
ölmüş babasının parçalanmmış cesedine bakan
çocukların
tutulmamış bir söz gibi vaatedilen gençliklerinin
harcandığı ırak ta ölen askerler için
bütün dünya neredeyse yas tutuyor
öyle ya da böyle

direkt olarak demiyorum tabii
onlar da bunu istemez o şekilde
ama bak bir etrafa
her amerikan dizisinin ilk sezonunda
yok mu bir bölüm ırak a adanmış
yok mu çok tatlı bir adam
sakat kalmış
bir kadın dul kalmış
bu gerçeklik değil.
GERÇEKLİK değil.
bu amerika nın tıpkı
inşaatlarda
para aklayan vergi kaçakçıları gibi
bıyığının altından gülerek
yaptığı bir numara
sen de yumağının peşinden koşan kedi gibi koşuyorsun bu tuzağa
bilincini bir geriye bırakıp
elinde kumanda
tatlı, bacakları sakat çocuğa ağlayıp
bir parça benzin için
100 kağıt fazla amerikan doları için
belki de artık çarpılmış aklının zevki için
onun öldürdüğü fıstık satıcısını
kasabanın manavını
yeni evlenmiş genç çocuğu
görmezden gelerek.
çünkü amerika istemiyor bunun da bir vietnam a dönüşmesini
hoş sen vietnamı AVCI denilen
vietnam lıların miller bile içtiği
sana "iç çek robert de niro izle, siktir et propagandayı"
diyen bir filmden izlediysen
sen zaten amerika yı aklamışsındır.

adamlar ayak üstü kendilerini haklı çıkaracaklar
yaptıkları için kıçımızın dibinde
çocuklarına kadınların haklarını korumak için girdiklerini
öğretiyorlar bile
ve inan onlara
hayal bile etmek istemeyeceğin kadar çok.
neyse
sen kumandayı bir kenara bırak
bırakmasan da dikkatli izle
ve düşün o bacakları çalışmayan ttlı çocuk
o hale gelip geri gönderilmeden önce neler yaptı
nedensizce.

SANSÜRLENMİŞ SİTELER ÜZERİNE


haberi aldığımda kızmadım
üzülmedim bile
artık hayalkırıklığının burucu duygusu da yoktu paslanmış bisiklet zincirlerimi gördüğüm zamanlarda
içime fısıldayan kendisini
ve bu beni daha da yıktı
" o kadar alışmışım ki bu sansürlerle var olmaya, artık tepki bile vermiyorum."
gerçeği kendi kulaklarıma usulca işkence etti.
zorladım kendimi bir şeyler hissetmeye ama bilincim umursamayı kesmişti
bilinçaltım her ne kadar çığlık atsa da.

bakın bence youtube zaten gereksiz bir zaman kaybıdır.
myspace ya da lstfm desen yaşayabilirsin onsuz
hatta yaşasn daha iyi bunlarsız
hepsi beynine boşyere tecavüz eden
hücrelerini uyutup tembelleştiren bir grup
fiziksel-serbest uyuşturucu

ama sen şunu anlamıyorsun
bu neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgili değil
bu neyin korkunç neyin bebekler gibi saf olduğuyla ilgili değil
bu benim türk-karşıtı videolar izlemem
ya da belgesellerin bağımlısı olmamla ilgili değil
kafamı geriye koyup
bu pornoyla ya da islamın doğuşyla ilgiki değil

bu benimle ilgili
benim yanlışı yapmak isteyip istememle ilgili
benim aradaki farkı görebileceğimle ilgili
benimle senin yanlış kavramının çok daha farklı olabileceğiyle ilgili

bu benim iznim olmadan myspace hesabıma erişimimin bir
yasayla
kağıt üzerindeki bir parça yakınmayla engellenmesinin
beni hapse tıkıp bundan sonra 'myspace köyüne'
ve ya
'lastfm kasabasına'
gidemeyeceğimin söylenmesiyle hiç farkının olmamasıyla ilgili.

bunu da sansürlerseniz belki görürseniz
yasaya karşı diye
belki de dudaklarıma sürersiniz
erimiş balmumunu konuşamayım diye
parmaklarımı da kesersiniz
artık yazamamam için
ama düşündüklerimle ne yaprasınız onu bilmiyorum
çünkü
henüz öyle bir teknoloji
büyü
dua
bulunmadı
bana kafamın içindekilerini
sansürletecek kadar güçlendirilemedi
5651 kod.


sırada bekleyen facebook'muş, fizy'miş, friendfeed'miş.
benim derdim onlar değil.
derdim ya bu yasa gerçekten sansürletecek kadar güçlenirse düşüncelerimi
ve kırmanın cezası da yerdeki
artık yorgunluktan akmayı kesmiş
kanım olursa?
ne olacak o zaman
gerçeği.

Friday, September 4, 2009

kuzenimle 'aydınlanmak'

bu gün kuzenimle çok güzel bir tartışmaya daldık. konu nasıl olduysa benim sisifos söyleni takıntımdan onunla benim hani şu bildiğimiz aydınlanma olayına geldi. şimdi kuzenim ve benim kafalarımız genelde aynı çalışır. aramızdaki yaş farkına rağmen arkadaş grubumuz bile benzer/aynıdır. ama bu günün tartışma konusu şuydu.
bakın ben bu dağa çıkma olayını çok tutan bir insanım; bazı gerçekler var. ben kendimi fazla sevmiyorum. ama başka insanları kendimden bile az seviyorum. yani dağ ıssız orman hamak. bunlar bana çok çekici gelen terimler. yılda birkaç ay kesinlikle böyle bir şeyi yapmak isterim zaten.
ayrıca bakınız:tüm bilgeler hep bir yalnızlıkta kalma dönemi geçirmiş. süper.
guerilla lar da dağa çıkıyor bu arada. konumuzla alakası olmasa da iyi bir örnekleme.
neyse. kuzenimle benim karakterlerimiz benzer diyordum. ama ben ondan daha sosyal bir insanımdır nasıl oluyorsa. o biraz daha kendi dünyasındadır. bense asosyal sosyalimdir. ya da zorla sosyalleştirilen asosyal.
bunun nedeni benim kendimi kendime kanıtlama arzumdan geçer. başkalarına değil, ama kendime çok oynarım ben.
kendime hep kanıtlamak isterim eğer istersem beni sevmeyecek insan olmadığını, her istediğimi her yerde söyleyebileceğimi. vs.
ayrıca kendime saygı duymam için fikir beyan etmek lazımdır. güçlü görüş noktalarım olduğu için eğer bunları savunmazsam, kendime saygı duymam. ezildiğimi hissederim.
yazık olmuş bir gencim ben işte.
kuzenime gelince.
o benim biraz daha bu üstteski sorunları aşmış versiyonumdur. şaka bir yana yaşı bayağa büyüktür benden. o benim yapmayı arzuladığım ama götümün yemediği izolasyonu yapmayı başarmış ve sanatıyla yaşayıp haz alan bir ruhdur. hataları çoktur tabi ama bu konularda da mükemmeldir yani.
bu gün bu tartışmanın içinde bir yerde ben her zamanki gibi insanlarla muhatap bile olmak istemediğimi söyledim.
kitap oku dedi.
okuya okuya geberdim artık kitapçı olurum ileride artık diye tersledim.
sen devam et en iyisi odur dedi.
iyi 5 kutu kitapla dağa çıkayım ben anca o zaman rahat ederim dedim. ve bir derece samimiydim. hatta okuya okuya belki 'aydınlanırım'. diye gayet şakacı bir şekilde ekledim.
iyiki eklemişim.
kuzenim ondan asla beklemeyeceğim bir şey söylerdi bana.
"sadece kendini mutlu etmekle aydınlanma olmaz. hiçbir yere varılmaz. unutma bunu"
affaladım kendi halinda takılmaktan en zevk alan kişiden bu sözleri duyunca.
ama sonra bir düşündüm. bu kadar benziyorduysak o da zamanında gitmek istemişti. yapamamıştı.
önce yaşı küçüktü.
sonra babası ölmüştü.
annesi onsuz yapamazdı. GERÇEKTEN yapamazdı.
ve kuzenim kendisi, hırsları yerine onları seçmişti.
hindistan a gitmekten bahsediyorum biz küçükken. asla gidememişti.
kalmıştı.kalmak zorunda kalmıştı.
o doğrusunu yaptığını düşünüyordu.
ben? benim en büüyük korkum kalmak.
ben gideceğim. gitmek zorundayım.